26 Temmuz 2016 Salı

Harun Tekin'in Kaleminden 'Football Manager'

A(Z)SOSYAL BİR AŞK HİKÂYESİ



Bir kayıt stüdyosu düşünün. Aylarca süren çalışmanın ardından pilot vokal eşliğinde davul kaydı yapılıyor. Dört müzisyen aynı anda çalarken kaydedilebilsinler diye hazırlanmış, dört başı mamur bir ortam. Şarkıcı, kayıt odasıyla kontrol odasını ayıran camın tam önünde, ayakta. Gitarı omzunda. Önünde bir sehpa. Sehpanın üstünde bir bilgisayar. Kayda ara verilen her an, cüsseli ve ucuz bir stoper aranıyor Sarıyer için.
Güzel mi güzel bir kumsal. Aylardan temmuz. Çok iyi anlaşan bir grup insan tatilde. Oyunlar, muhabbetler, yüzmeler… Ve bir şemsiyenin altında, gölgede bir laptop. Herkesin şaşkın bakışları arasında, birisi ciddiyetle ekrana bakıyor: Çorluspor, İnönü’de kupa çeyrek finaline çıkıyor.
Uzun bir turnenin sonları. Otele varır varmaz herkes dinlenmek için yanıp tutuşurken, bir kişi, o kadar yola rağmen, park eden minibüste on dakika kadar fazla mesai yapıyor. Yapmak zorunda. Yapsın ki Adana Demirspor’u bir üst lige çıkaracak maç bitebilsin.
Veya bir bar hayal edin. Eğlenen, dans eden insanlar. Sistemden gelen güzelce bir müzik. Ve uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınız size hasretle sarılıp yüzünüzdeki donukluğu fark edince ikinci soru olarak – biraz kaygılı – şunu soruyor: “Her şey yolunda mı?” Bilmediği şu ki; 12 gündür, günde en az onar saat Football Manager oynamış birinin hayat damarlarından biri kesilmiş demektir.
Bu hikâyelerin hepsi gerçek. Hikâyelerdeki a(z) sosyal de benim. Yaklaşık 25 yıldır, aralıklarla futbol menajerlik oyunlarının pençesinde kıvranıyorum ve ne yalan söyleyeyim, aslında hiç de şikayetçi değilim. Bu tutkunun kaynağında futbol sevgisi olduğundan şüphem yok. Sadece kendimden değil, diğer müptelalardan da biliyorum; futbol sevmeyen biri, bu oyunu sevemez. Ama mesele bundan ibaret değil. Bir yönetme arzusunun, ideal bir dünya kurma hayalinin, kendini dış dünyadan soyutlayabilmenin, başka hiçbir şey düşünmeden odaklanabilmenin, hatta bu odaklanma sırasında fark etmeden alakasız bazı sorunları çözme ihtimalinin izleri var bu tutkuda. Ve tıpkı futbol gibi, menajerlik oyununu da herkes meşrebince oynar. Kimisi gerçek hayatta tuttuğu takımla oynar, “O kadro bende olacaktı ki…” cümlesinin test sahası olur oyun dünyası. Kimi, dünyanın en iyi takımlarından birini seçer. Bu seçim, ya kazanma bağımlılığıyla ya da fazla efor harcamadan oyundan keyif alma arzusuyla açıklanabilir ki bence ikincisi daha makbuldür.
Benim gibi bazıları ise herhalde iddiayla mazoşizmin bir karışımı olarak da okunabilecek şekilde, alt liglerden bir takımı alıp kulübün kıt kanaat imkanlarıyla onu birkaç yıl içinde en üst lige, sonra da Avrupa’nın zirvesine çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken hile hurdaya başvurmamak da esastır. Bucaspor’la play-off finalinde 90+5’te yediğim golle birinci ligi ıskaladığım oyunu örnek gösterebilirim. Mükemmel bir sezonun çok talihsiz finaliydi o. Ve içim kan ağlasa da o maçı ‘load’ edip yeniden oynamayı düşünmedim.
Futbolu bir kez olsun nizami bir sahada oynamayı deneyimleyen çoğu insan, nasıl gönül verdiği takımın forveti gol kaçırınca “O golü ben bile atarım” demeden önce yüz kere düşünürse, futbol menajerlik oyunları da hocalarla ilgili eleştirilerinizi nispeten makul seviyeye çekmenize yol açar. Adamın uğraştığı neler ve neler ve neler olduğunu hayal edebilmek, futbolu sadece bir deşarj yolu olarak yaşayan milyonlarca insan için hiç kolay değildir. Bir onu gerçekten yaşayanlar bilir, bir de menajerlik oyunu oynayanlar biraz anlar.
Anlar, çünkü bir ay içinde üç sağ bekiniz sakatlanabilir. Ya da iki yıl takip edip sözleşmesi biter bitmez kadronuza kattığınız Nijeryalı genç forvetin ilk hazırlık maçında ayağı kırılabilir. Veya sonunda bulduğuz harika kaleci antrenörünüzü büyük bir takım çat diye alıverir. Hiçbir makul isteğinizi karşılamayan yönetim kurulunuz sizi deli edebilir.


Yönetim kurulu demişken. Diyarbakırspor’un başındayım. Sene gerçekte 2003, oyunda 2019. Son 7 yılda 6 şampiyonluk, iki UEFA kupası ve bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanmışız. Altyapıdan yetişen Fuat adında bir stoperi yeterince uzun olmadığı ve tekniği çok iyi olduğu için orta sahanın göbeğine koyduğumdan beri kendisi ligin en değerli oyuncusu. İşler yolunda. Hatta o kadar çok parası var ki kulübün, dünyanın en iyi forvetini almaya hazırız. Fakat almak kolay değil.
Kulübün 350 milyon euro’dan fazla parası var. Yarısından fazlası da transfer için kullanılabilir durumda. Almak istediğim Brezilyalının görünüşteki transfer bedeli 50 milyon euro civarı. Fakat, kulübünde mutlu olan çok iyi bir oyuncu için transfer bedelinin en az iki katını gözden çıkarmanız gerekiyor. Neyse ki paramız var. 80 milyon? “Hayır” diyor kulüp. 100? Hayır. 125? Hayır. Fakat ‘minimum release clause’ (serbest kalma bedeli) var: 150 milyon euro’yu veren oyuncuyu alır. Veriyoruz. Kontrat görüşmeleri filan derken yönetim kurulu transferi veto ediyor: Tek bir oyuncuya bu kadar para verilmezmiş. Israr, ret, yönetim kuruluna verilen ültimatom ve Diyarbakırspor efsane hocasını kovar.
Ekranın başında beş-altı dakika hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum. Onca emek, yetiştirilen oyuncular, alınan kupalar, takımın geldiği yer, hepsi bir anda berhava oluyor. İşsizsiniz bir anda. Neyse ki oyunun yapay zekâsı beni çok uzun süre boşta bırakmıyor ve bir iki ay içinde Beşiktaş’tan gelen teklifi kabul ediyorum. Ve 2029’a kadar süren başarılı bir sürecin ardından, sadece bunun için geçen o yılların ardından, Diyarbakırspor eski hocasını tekrar takımın başına getiriyor. Mutlu son.
Fakat işte zurnanın zırt dediği yer; eğer gerçekte var olmayan oyuncularla oynamayı dert etmiyorsanız, oyunun sonu yok. Gittiği yere kadar gidiyor yani. Benim durumumda gittiği yer şunlardan biri olmuştur hep: Aşırı asosyalleştiğimi fark eden bir dostun ikazı, aşırı asosyalleşmeden muzdarip olan ben, yukarıda anlattığım türden gönül okşayan bir ‘grand finale’, iflah olmaz bir başarısızlık tablosu, çok çalışmam gereken bir dönemin başlaması, ya da…
Ya da o rüya, artık beynimin inceden yanmaya başladığını bana kibarca anlatan o rüya. Yanılmıyorsam o yaz Çanakkale Dardanelspor’la başarıdan başarıya koşuyorum. İstanbul boş, hava sıcak ve tatil fikri aklımın ucundan bile geçmeden günde 14 saat gibi bir ortalamayla oynuyorum. Uyumak zorunda olduğum için uyuduğum bir gece, oyunun o harika arama motorunda Galatasaray için uzun boylu bir bas gitarist ararken buldum kendimi. Gerçeği andıran bütün rüyalar gibi ürkütücüydü. Uyandığımda oyunu üç-dört seneliğine, sigarayı bırakır gibi bıraktığımı hatırlıyorum.
Tabii artık biraz daha makul süreler harcayarak oynuyorum. Son göz ağrım Altay. İki sezonda en üst lige çıktık, fakat birinci lig şampiyonluğu için 2020’ye kadar beklememiz gerekti. Şu sıralar, son iki yılın şampiyonu olan Altay’la 2021-2022 sezonunu idrak ediyoruz ve lige verilen arada oynanan kupa maçları ve yabancı sınırı beni sinir ediyor. Takımın iskeletinin en ucunda altyapıdan ellerimle büyüttüğüm Reha Dönmez (2001 doğumlu) var. Orta sahadaki vazgeçilmezim Arjantinli Nahuel Giglio (Real Madrid istiyor da vermiyoruz, 22 yaşında). Defansın belkemiği Schalke altyapısından 2.01’lik Tevfik Şen. Kalede ise şu anda gerçek dünyada Bucaspor’un kalesini koruyan ve benim oyuna göre üç-dört yıl içinde ülkenin en iyi üç kalecisinden biri haline gelecek Ömer Kahveci var. Toplam kaç saat oynadığımı burada yazacak değilim elbette ama oyunun menüsündeki bağımlılık-ölçer satırında şöyle yazıyor: “You just put the game on holiday to see these messages, didn’t you?” (Mealen: Sırf burada ne yazacağını görmek için oyun içinde tatile çıktın, değil mi?)
Velhasıl tatil bu kafayla biraz zor. Oyunda da, gerçek hayatta da…
*Bu yazı, Socrates Dergi’nin Temmuz sayısında yayımlanmıştır.

0 yorum:

Yorum Gönder